Oturdukları mekândan çıktığında Mahir, Tan ile olan sohbetlerinin kendisini eskisi kadar memnun etmediğini düşünüyordu. Bahariye’den rıhtıma inerken güneş de etkisini iyice yitirmişti, birbiri ardına sıralanmış ve çoğunun görüntüsünün içini kararttığı dükkânların yanından geçerken bir ezberi içinden tekrarlıyormuş gibi aşina ve bir o kadar da sıkıcı ve heyecansız yolculuğuna devam ediyordu. Tan ilk zamanlarda ona tüm bildiklerini aktarabileceği bir öğrencisi olan antik çağ felsefecileri gibi hissettiriyordu kendini. Ancak anlattıklarının ya da anlatabildiklerinin öğrencisindeki yansımalarından hiç hoşnut değildi; Mahir’in aradığı evrendeki en beyaz şey idi. Tüm ışığını aktardığında hepsini yansıtacak bir beyazlıktı bu. Mahir birilerini aydınlatmak istemekten ziyade kendi ışığını görmek istiyordu. Ancak farkında olmadığı şey daha değerli olanın yansıttığı ışıktaki tüm zenginliği ortaya çıkarabilecek bir prizmanın çok daha fazla onu mutlu etme olasılığı olduğuydu.
Sahi, biz insanlar ne az renk görüyoruz ve bu sınırlı aralıkta gördüklerimiz bile bize ne yoğun duygular yaşatıyor. Belki de evrenin ya da en geniş anlamıyla aldığımızda doğanın insanın doymak bilmez iştahı karşısında, bize yaptığı ve farkında olmadığımız bir şakaydı bu. Kırmızının berisinde ve morun ötesinde acaba neler vardı? İnsan sınırları olduğunu unutma eğilimindedir ve bunu yaparken hayal gücü adını verdiği ama fiziksel dünyadan bağımsız düşünülemeyecek bir mistik güce sarılır. Hayallerimiz aslında deneyimlediklerimizin istediğimiz şekilde bir bileşim oluşturacak şekilde zihnimizde düzenlenmesi değil miydi? Bu kıymeti kendinden menkul güç de galiba ne kadar fazla ve hoşumuza gidebilecek uzunlukta ve nitelikte bileşim oluşturma yetimizdi. Olmayanın içinde zaman mefhumuna yer verebiliyor olmak, zamanı objektif bir gerçeklik olmaktan çıkarıp tamamen zihnimizde ürettiğimiz bir olgu haline getirmez mi? Hiç zamanda geriye doğru akan hayalleriniz oldu mu sizin? Yoksa farkında olmadan, hep ileriye gittiği algısına sahip olduğumuz zaman hayallerinizde de her birimizden bağımsız bir şekilde tek yöne mi akıyor? Peki, hayal gücümüz olmasını istediklerimizin bir görümünden ibaretse, bu evren Tanrı’nın hayal gücünün bir eseri olabilir mi? “Ol dedi ve oldu” ifadesinden Mahir uzun zamandır böyle bir tevile gitmenin en olası sonuç olacağını var sayıyordu.
Beşiktaş’a kalkan vapurların olduğu iskeleye geldiğinde tatlı bir rüzgâr esmeye başladı. Vapura binmeden önce bir süre denizi seyretti. Haydarpaşa Garı oldum olası ilgisini çekmiştir Mahir’in. İstanbul’a hiç gelmemiş insanların bile filmlerde Anadolu’dan gelen taşralıların İstanbul’a ilk ayak bastığı yer olması sebebiyle bildiği tanıdığı bina, bu klişe dolu senaryonun arka planı olmaktan çok ötesinde ve bir dönemin ruhunu oldukça iyi yansıtan bir hikâyeyi barındırıyordu. XX. yüzyılın hemen başında hizmete giren gar binası, neoklasik Alman stilinde tasarlanmıştı. Neoklasik, klasik olan ile işlevi ön plana çıkaran modern arasındaki bir ara form gibiydi. Orijinal halinde bulunan açık pembe renkli granit taşlar zamanla iyice solmuştu. Bina Chemins de Fer Ottomans d’Anatolie / Anadolulu(daki) Osmanlılar Şimendiferi (Demiryolu) şirketi tarafından inşa edilmişti. Binanın mimarları, mimari üslubu ve hatta Fransızca ismi ve oldukça bizden olma gayesindeki isminin arkasına saklanan işletmecisi ile o yıllardaki imparatorluk üzerindeki Alman etkisinin önemli örneklerindendir. Bu şirketin arkasındaki asıl sermaye gücü ise Deutsche Bank’tır. Ancak cumhuriyet sonrası 1927 yılında özel statüden milli bir işletme statüsüne geçmiş ve Devlet Demiryolları’na işletmesi aktarılmıştır.
Ancak böylesi bir sosyo-ekonomik analizin bir öğesi olması Mahir’i pek tabii ki bu anıtsal yapıya ilgi duyması için yeter sebebi oluşturmuyordu. Her ne kadar modern sonrasının getirdiklerine sıkı sıkıya bağlı olsa da farklı tarihsel dönemlerde kendini hayal etmesini sağlayacak fiziksel bir girdi oluşturan yapılara da bir o kadar değer vermekteydi. Ancak hayalinde hangi dönemi yaşarsa yaşasın, insanları bir türlü çok idealize edilmiş ve kendince zamanlar üstü bir formdaki kıyafet zevklerinden bağımsız düşünemiyordu. Sanki kendi steampunk benzeri retrofütüristik alt kültürünü ortaya çıkarmaktan da tarifi zor bir zevk alıyordu. Alternatif bir geçmişte şu an sahip olduklarımızın bir kısmına sahip olarak nasıl bir sentez oluşurdu sorusuna farklı cevaplar bulmak itiraf edelim ki oldukça garip bir eğlence.
Denize arkasını dönüp, iskeleye doğru yöneldiğinde bir ayakkabı boyacısı dikkatini çekti. Günümüzde geldiğimiz nokta düşünülürse Mahir’in alternatif gerçekliklerinden birinden fırlamış gibi görünüyordu. Zaten her ayakkabı boyacısı gördüğünde sadece kendisi tarafından görülebilen bir kişiye baktığı sanrısına kapılıyordu. Öyle ya, bu kadar farklı bir dünyada zamana böylesine direnen kaç unsur vardı ki. Zaman içinde kendince bazı doğrulama yöntemleri geliştirmemiş de değildi aslında. Söz gelimi ilk başlarda boyacının sandığına dokunuyor olmanın bu gerçekliğin objektif olduğuna delil olabileceğini düşünüyordu. Ancak sonra nasıl görme duyusu tarafından kandırılıyorsa, dokunma duyusu tarafından da kandırılabileceği fikri aklında yer etti. İletilmiş gerçeklik kontrolü dediği bir yöntem buldu. O ayakkabı boyacısının az sayıda müşterilerinden birine denk gelme ümidiyle bazen çok uzun zaman da olsa bekliyor ve gözlemliyordu. Ardından ayakkabısını boyatan kişiye bir şekilde tesadüfen de olsa dokunmaya çalışarak, zihnindeki görümle fiziksel temasa giren birine dokunarak daha güçlü bir kanıt elde etmeye çalışıyordu. Bu onun başını zaman zaman belaya sokmasına da sebep oluyordu.
Her insanın teninin dışında, istendiği zaman değiştirilebilen, farklı işlevlere, boyutlara, renklere, zevklere sahip ikinci bir deriye sahip olmak belki ilk kullanılmaya başlandığında vücudu korumak gibi çok temel bir fonksiyonu yerine getiriyordu ancak her olgu ve duygu gibi insan bunu da çok daha sofistike bir hale getirmeyi başarmıştı. Deri montlar, eldivenler, ayakkabılar, çizmeler ve hatta son yıllarda tarihte marjinal olmanın en önemli göstergelerinden deri pantolon, gömlek ya da etekler; gerçeğiyle, sahtesiyle, grotesk bir üslupla tasarlanandan çok ince zevkleri yansıtan örneklerine kadar çok daha görünür olmaya başlamıştı. Mahir, deri herhangi bir şey giyemezdi zira bir ideanın dokunulabilir forma bürünmesi ve hatta kendisi tarafından kullanılması kabul edilebilir değildi onun için.
Mahir, zaman içinde bir ucunda kendine çok değer veren bir narsist, öteki ucunda ise kendi nefsini öldürmeye çalışan bir derviş bulunan bir sarkaç boyunca gidip geliyordu. Herhangi bir anda onu tanıyan birinin Mahir’in aslında hangisi olduğunu bilmesi çok da imkân dâhilinde değildi. Ama sahi, hangimiz kendi içimizde oluşturduğumuz sarkaçlar boyunca gelgitler yaşamıyoruz ki? En katı görünenimiz bile bir fırtınaya tutulmuş genç bir fidan gibi bir oraya bir buraya savrulmadı ki? Hıçkırarak ağlarken gülmeye, katılarak gülerken de bir anda ağlamaya başlayan biz değil miyiz?
Kendi tenimizde zamanda yaşadıklarımızın getirdiği olumsuzlukları bir anda silen birine saygı duymaz mıydınız? Estetik cerrahlar hiç olmadığı kadar popülerken ve bunu oldukça yüksek maddi karşılık ile yaparken, ha bir de üstüne operasyon geçirenlerin dayanılmaz acıları dururken; ikinci de olsa derimizi bir anda parlatan, maddesel izleri bir anda silen, bunu çok küçük bir maddi karşılıkla yapan ve evrenin temel yasalarından entropiye karşı birer Don Kişot edasıyla çarpışan ayakkabı boyacıları hayranlık ve saygıyı hak etmezler miydi? En azından Mahir nezdinde sonuna kadar hak ediyorlardı.
Tüm bunları düşünürken boyacının tek bir müşterisi bile olmamıştı, Mahir duruma üzülmüş olacak ki yanından geçerken ona hatırı sayılır bir miktar para bıraktı. Ayakkabı boyacısı, henüz yirmisine bile gelmemiş genç bir delikanlıydı. Önce ne olduğunu anlamadı, sonrasında peşinden “Hayırdır ağabey,” dedi. “Ben öyle görünmüyor olsam da pek, bir dilenci değilim. Bu para neyin nesi ki?” diye sesinin şiddetini Mahir’in uzaklaşma hızıyla orantılı olarak artırarak arkasından seslendi. Mahir tüm söylediklerini duysa da pek oralı olmadı. Kendini anlatmanın pek de mümkün olmadığını düşündü ve hızlı adımlarla iskeledeki turnikeden içeri girdi. Ana kapının üzerindeki çizelgeden anlaşıldığı kadarıyla zamanlamayı iyi yapmıştı, sadece 7 dakika sonra Beşiktaş vapuru kalkacaktı.
