Kadıköy’de güneşin yeryüzündeki etkisinin zaman içinde değişimini görebilecek kadar uzun zamandır o mekanda oturuyorlardı. Mahir, Anadolu Yakası’na çok sık geçmezdi. Hatta karşı yakanın farklı bir şehir olması gerektiğini düşünecek kadar eski İstanbul’a bağlıydı. Bunda, yüzyıllardır İstanbul olarak bilinen sur içinde doğup büyümüş olmasının etkisi vardır elbette. Körlerin yeri anlamındaki Kalkhedon, o zamanki Konstantinopolis’in kurulacağı yer olan alan boş olmasına rağmen yerleşim yeri olarak orayı seçmelerinden dolayı böyle bir ad almıştı Herodot’a göre. Mahir bunu ilk öğrendiğinde gülümsemiş, yüzyıllar önce aynı mantıksal silsile ile çıkarımda bulunan birilerinin var olmuş olması oldukça sempatik gelmişti.
“Neydi”, dedi Tan, “Neydi seni o an o kadar büyüleyen şey?”. Tan, Mahir’i çok az kişinin başarabildiği kadar iyi tanıyordu. Tanıştıkları etkinlik Mahir’in üzerindeki perdeleri kaldırmasına yardımcı olmuştu. Tan kendisinden oldukça gençti. Mahir gençliğinin sonlarına geldiğini hissederken, Tan’ın çok daha uzun bir zamanı vardı önünde gençliğini doyasıya yaşamak için. Mahir, en başından beri kendisine hayranlıkla dolu bir saygı duyduğunu hissetmişti bu genç adamın. O yüzden kendi zihnini ona açarken çok mutlu oluyor ama bir yandan da gençliğini nasıl mahvettiğini konu alan bu gizemli hikâyenin ne kadar az kısmını bilse o kadar iyi olur diyordu. Kendini hesapsızca ifade edebilmenin coşkusu ve bu genç adamın hayatını berbat etme korkusu arasında gidip geliyordu. O saklamaya çalıştıkça, Tan daha da meraklanıyordu. O anlarda Mahir, Tan ile ortak zevklerinden bir diğeri olan tarih konusunu açıyordu.
“Büyülenmek yanlış ifade olabilir”, dedi Mahir. “Büyü, doğaya ya da doğaüstüne tahakküm kurmak için kullanılan ritüeller ve eylemler olarak tanımlanır. Orada büyülü bir şeyler varsa da ben büyülenmek gibi edilgen bir fiilin öznesi değildim Tan. Evet, o güce boyun eğdim ancak bir büyü varsa da bunu kendi kendime yaptım diyebilirim en fazla. Aslında bu öz içimdeydi ve bu öz ortaya çıktı. Orada yerdeyken burnumun ucundaki taş aslında benim mihenk taşımdı. Oraya sürtündüm ve doğam ortaya çıktı. Ama bu o taşı benim için önemli yapmıyor, o taş tesadüfen oradaydı ve o taşı anlamlı kılan bir adım ötede olan başka bir taşın üzerinde duranlardı.” Mahir söylediklerinin gerçeği yansıtmadığını biliyor olsa da durumu daha gizemli hale getirmenin Tan’ın merakını körükleyeceğini düşündüğü için böyle bir yola başvurmuştu.
Farklı zamanlarda bu olayı anlatmışlığı olmuştu ancak kimse Tan kadar ilgilenmiyordu anlattıkları ile. Dinleyenlerin bir kısmı Mahir’e bu olaydan sonra bir ucube gözüyle bakmaya başlıyor, bir kısmı giderek azalan bir şekilde diyaloglarına devam ediyor ve nihayetinde iletişimi koparıyordu. Hatta sonrasında başkalarının sağlıklı olarak nitelendirdikleri bir ilişki kurmasına da engel olmuştu. İnsanlar duyduklarına inanmak istemiyorlardı ve bunu doğrulatmak özellikle bunun doğru olmadığını onun ağzından duymak istiyordu. Ne diyebilirdi ki, “Olur mu öyle şey.”, “Saçmalama.” ya da “Allah aşkına inandım deme buna gerçekten.” diyebiliyordu. “Evet, ben o acayip şeylerin ta kendisi ve hatta daha fazlasıyım. Ben güya beni gerçekten tanımaya çalışıp herhangi bir normal olmayan düşüncemi öğrendiğinizde, bire bin katarak kafanızda yarattığınız canavarın da ötesindeyim. Elinizde her düşünce suçlusunu yargılamak için her daim hazır tuttuğunuz tokmağın hedefinde olanlardan biriyim. Bitmek tükenmek bilmeyen zarar verici sıradanlık arzunuzun kurban etmeye çalıştıklarındanım. Ancak ben; tüm kabullerinizin ötesinde yer alan, hastalıklı ahlak anlayışınızın ötekileştirdiklerinden biri olmaktan korkmadım hiç. Tek korktuğum sizin toplama kampınız haline gelmiş olan bu dünyada kendim olamayıp, çoğunluğa direnememektir.” demek istese de bunun bir âmâya fili tarif etmekten ya da doğuştan sağır olan biriyle makam tartışması yapmakla eşdeğer olacağını düşünüyordu. Fakat hiçbir tepki alaya alınmak kadar onu yaralamıyordu. O yüzden bu anı birine anlatmaya karar vermeden önce iyice tepkisinden emin olması gerekiyordu.
“O an belki dönüm noktasıydı, Tan. Ama beni ben yapan kırılımları gerçekleştiren başka olaylar da yaşadım çocukluğumda. Benim kim olduğum sorusuna verdiğim cevabı oluşturan bir dizi daha an vardı. Burada ilk kez düşmenin, aşağıda olmanın anlamını keşfetmiş oldum. Sonraları yine defalarca benliğimin gelgitli refleksleri gerçekleşti ve her seferinde yine ilkel benliğim bana ne olmam gerektiğini dikte etti. Herkesin bildiği Mahir’deki ilkel benlik-üst benlik alanlarını kendi içimde ters yüz ettim. Belki de aklımı kaybetmeden bu yaşa gelmiş olmamdaki temel sebep budur diye düşünüyorum.”, diye devam etti Mahir.
“Seni tüm dikkatimle dinlesem de her söylediğini anlayamıyorum bazen”, dedi Tan. “İlkel benlik daha çok zevk temelli içgüdüsel arzular ile ilişkilendirilir.”, dedi Mahir. “Üst benlik daha çok ahlaki olanla ilgilenir ve ilkel benliğin arzularına eleştiri getirir. Benlik ise bunları uzlaştırmaya çalışan bir zavallıdır sadece. Ben bir tarafımı ide ait olmaktan çıkarıp ahlaki bir alana taşıdım. İnsanlar kendilerini suçlu, zayıf, utanç içinde ve kötü hissettiklerinde anla ki üst benlik işini yapmaya başlamıştır. Ama ne şanslıyım ki zaten zayıf, suçlu ve utanç içinde hissetmek benim tam da benim ilkel benliğimin benden isteği. Dolayısıyla ilkel benlikle üst benliğin el ele verdiği, içsel çatışma halinden uzakta bir benlik oluşturabildim uzun mücadeleler sonunda kendimde.”
Tabii bu, Mahir’in kendi hakkında kendi yaptığı bir tahlildi. Mahir’in bir yerde zihnini manipüle etmeyi başardığı aşikâr bir gerçekti ancak bir bireyin böylesi bir değişimi yapabilmesi ne kadar mümkündür bu gayet tartışmalıydı. Mahir kendisini başkaları gibi görmezken ve başkalarından farklı konumlarken bir normu referans noktası olarak alması bir insicam sergilemekten çok uzaktı. “Kibir öyle bir kuştur ki bir kanadı abartılı tevazu, bir kanadı ise gizli alaycılıktır.”, denir. Mahir de bu kuşun tuzağına bazen düşüyordu. Genel olarak kibirli olarak nitelemek Mahir’e haksızlık etmek olurdu ancak zaman zaman kendini abarttığı durumlar da yaşanmamış değildi. Bu, onu önemseyen birini karşısında bulunca iyice olası hale geliyordu. Her ne kadar kaçınsa da veya kabul etmese de kendi dünyasının normaliydi Mahir.
“Peki”, dedi Tan. “Kendimizi niteleyebileceğimiz bir sürü kelime var bizim alt kültürümüzde? Sen bildiğim kadarıyla kendini bunlardan herhangi biri ile etiketlemekten kaçınıyorsun. Bu senin benliğinin hiç de söylediğin kadar ezilmediğinin kanıtı değil mi?”, diye sordu. Tan aslında akıllı bir çocuktu, tam olarak niyeti bu olmasa da aslında Mahir’in yaldızının dökülmesini sağlayacak bir noktaya değinmişti. “Neden böyle bir şey yapmak zorunda olayım ki, Tan?” diye sordu. “ Ben bir alt kültürün içinde de olsam herhangi bir önceden tanımlanmış kümeye dâhil olmak zorunda olayım ki? Bence sen de değilsin ve bu seni özel biri yapmaz. Özel biri olmamak bizim olmak istediğimiz kişi olmamızı engellemez genel kanının aksine. Bunun farkına varmış her insan özeldir. Sahneye koyulan bir oyunda herhangi bir rolün gereksiz olması gerekir mi mesela veya neden en fazla süre alan başrol olmak zorunda olsun ki her zaman? Bu bizim hayallerimizi oynadığımız bir sahneyse, bu sahnede hepimiz eşit derecede önemli değil miyiz? Bir sistemi oluşturan her bir parça tam olmadığı sürece bir sistemden bahsedemeyiz.”.
