Kanlı Kilise (III. Bölüm)

Mahir annesinin elinden tutmuş halde birlikte Mahir’in bulunmaktan oldukça hoşnut olduğu bir yere gidiyorlardı. Mahir, annesinin küçük kız kardeşi yani teyzesiyle vakit geçirirken çocuksu mutluluğu had safhaya çıkıyordu. Teyzesinin kendisini her zaman sevdiğini ve ona ilgi gösterdiğini hissedebiliyordu. Bu hayatının çoğunu yorucu işlerde geçiren annesinden görmediği ve isterse de aslında arsızlık edeceğini düşündüğü türden bir ilgiydi. Haftada bir izni olduğunda annesi yürüyerek gidip dönmek ve yolda gördüğü herhangi bir şeyi istememek şartıyla Mahir’i gezmeye çıkarıyordu. Geçmişe doğru baktığında annesini daha iyi anladığını düşünse de de o yıllarda da Mahir maddi durumlarının çok da iç açıcı olmadığını anlayabiliyordu. Zaten maddi istekleri olan bir çocuk olmamıştı Mahir. Hayal gücüne ket vurulmadığında kendince mutlu olabiliyordu. Kardeşi olmayan bir çocuktu, kaldırımın dahi altında kalan pencereye sahip evlerinde yalnız olmayı ve aşağıda olmayı öğrenmişti.

Sokaktan araba geçmediği zamanlarda annesi Mahir’in elini bırakıyor ve kendi başına yürümesine izin veriyordu. Yokuşlarla dolu sokaklarda nefeslenmek için durduğunda annesi, Mahir onun yanından ayrılmıyor ama sınırlı özgürlüğü içinde sokağı inceliyordu. O yaşlarda olan çocukların ekseriyetinde olduğu gibi yetişkin hemcinslerini gördüğünde asla kendini o yaşa gelmiş biri gibi hayal edemiyordu. Ancak asıl düş eksikliğinin yetişkin insanların bir zamanlar çocuk olduklarını unutmaları olduğunu ileride anlayacaktı. Sahi, herhangi biri hayatının bir döneminde çocuk olmamış olabilir miydi? Mahir’in asıl ilgisini çeken nokta insanların bir yerlere yetişme çabasıydı. Çocukların amaçsızlığından eser yoktu onlarda ki aslında amaçsızlık insan kültürlerinde alelade bulunan bir özellik de değildi.

Mahir, bunu düşünürdü kalabalık bir caddeye baktığında, “ Bu kadar farklı birey nasıl bir düzen oluşturabilir ki? Bir toplumda yaşamaya bu kadar aykırı bir topluluk bir düzene nasıl kavuşabilir?”. Aslında sorduğu sorular en başından yanlıştı ve ama o bunun farkına varana kadar cevap aramaya devam edecekti. Ne zamanki ortada bir düzenin olmadığını görecek, en ufak bir çıkar çatışmasında dahi insan türünün birbirinin canına kast eden sıradan bir hayvana dönüştüğünü görecek o zaman bu soruları sormak yerine varsayımları daha yere basan bir durumu sorgulamaya başlayacaktı. Ama bunun gerçekleşmesi için henüz yıllar vardı. Her ne kadar güçsüzün zayıfı ezdiğine defalarca şahit olsa da bu yaşında, onları birey olarak yargılıyordu henüz. Bir türden ümidini tamamen yitirmesi de zaman alacaktı Mahir için.

Tevkii Cafer Mektebi Sokak’tan yukarı doğru çıkmak Mahir’in annesini epey yormuştu. Kadın, kilisenin duvarı ile karşılıklı olan istinat duvarına yaslandı. Buradan hem Haliç görünüyor, hem de sabahki soğuktan hiç eser yokmuşçasına, bulutların arasından açan güneşin sebep olduğu bu sıcakta biraz serinlemesini sağlayan ince bir rüzgâr esiyordu. Sokağın oldukça dar olması ve çok da fazla araba geçmemesinden dolayı Mahir de koşup kendince eğleniyordu. Yolda bulduğu bir teli annesinin tüm itirazlarına rağmen almış, iki elinin de boşta olduğu anlarda iyice eğip bükerek bir direksiyon haline getirmişti. Bir araba kullanır gibi yokuş aşağı hızlanıyor, korna çalıyor ve fren yapıyordu. Ancak o an fren tutmamış ivmelenmesini durdursa da kendisini durduramamıştı. Fener Rum Erkek Lisesi’nin sokağından annesinin yanına doğru koşarken yere kapaklanmıştı.

“O an”, dedi Mahir bir gün kendinden bahsederken arkadaşı Tan’a, “O anın hayatımın dönüm noktalarından biri olduğunu düşündüm uzunca bir süre, o gün orada düşmeseydim sanki ben olan ben olmayacağımı sandım. Ama yanılmıştım. O gün, o saniye, o an ya da artık her neyse orada gerçekleşen şey gerçekleşmese de ben yine ben olacaktım. O içimde bir yerlerdeydi sadece dışarı çıkmak için uygun anı kollayan bir lav birikintisi gibiydi. Ama o an yanardağ patlamıştı ve o andan sonra lavların çıkmadan önceki konumlarında bulunması artık imkânsızdı. Lavlar her yanımı dağladı ve sonrasında yağan küller güneşimi engelledi uzunca süre. Ama tüm bunlar geride kaldığında ben daha da verimli idim, hiç olmadığım kadar verimli. Kavrulan topraklarımın üzerinde bitkiler çıktı, herhangi bir yerde görülmeyecek bitkiler. En çok da kaktüsleri sevdim bitenler arasından çünkü onlar bana istediğim acıyı hiç pazarlıksız verdiler. Gülleri hiç sevmedim mesela. Gülü seven dikenine katlanır derler ya. Ben dikenleri sevdim ama güle katlanamadım. Dikenlerin ardından güle ulaştığımda vazgeçtim tam da.”

Tan, “Anlamlandırmaya çalışıyorum”, dedi. “Ama bu sanırım benim için çok da mümkün değil. Ben de diken sevdiğimi zannederdim ama seninki gibi bir adanmışlık karşısında saygımı göstermemin en kolay yolu, dikenlerden bir daha bahsetmemek.” diye devam etti. “Sen olmak isterdim ama bunu sana söyleyen hayatında kaç kişi oldu, bilmem”. Mahir gülümsedi, “ Ben olmak kimse istemez doğal olarak. Ben de ben olmak istemezdim belki ama bu bence benim karar verebildiğim bir seçimin konusu değil. Senin de bence yapman gereken herhangi biri olmak istemen değil, kendini tanıman ve kendini olduğu gibi kabul etmen. Kendimizi her bir başkasından çok daha acımasızca eleştirmemiz kendimizi sevdiğimizi gösterir bence. Benim kendimi değersiz gördüğümü düşünüyor, ucundan kıyısından beni tanıyan her insan. Ama hayır, benim değerim değersiz olmaktır. Bu değer verdiklerimin benim için bir anlam ifade etmesinin yegâne yoludur benim gözümde.”

Mahir hızını alamayıp Arnavut kaldırımlı dar sokakta boylu boyunca yüz üstü düşmüştü. İlk anda çarpmanın etkisi ile avuç içlerinde ve dizlerinde oluşan acıyı hissetmemişti. Annesi, oğlunun düştüğünü görür görmez ona doğru koşmuştu ama ona daha yakın ve hatta çok daha yakın olan biri daha da önemlisi bir çift şey vardı. Neredeyse kapaklandığı yer ile santimetreler kadar yakınında olan kadın, bir sürelik şaşkınlıktan sonra eğildi ve kolundan tuttu. Mahir kendisine yardım eden bu kadında bir anne şefkati bulmayı beklerken kadın “Dikkat etsene, az daha beni de düşürecektin”, diye çıkıştı. “Nerede senin ebeveynin?” sorusu ağzından çıkar çıkmaz, Mahir’in annesi zaten oraya varmak üzereydi ve arkadan cevap verdi, “Annesi benim”. Kadın soruyu sorduğunda tanıdık bir ses olduğunu anlamıştı ama çocuğunun o halde olmasından ötürü kim olduğunu çıkarabilecek durumda değildi.

Kadın arkasını döndüğünde Mahir’in annesinin gördüğü yüz sesin sahibesini tanıyor ya da tanımıyor olma ihtimallerini sıfırlamıştı. Kadın, Mahir’in annesinin evine temizliğe gittiği kadınlardan başka bir deyişle işverenlerinden biriydi. İlk anki hırçınlığından kurtulmak zorunda olduğunu hisseden Mahir’in annesi, “Fulya Hanım, siz miydiniz? Çocuk işte laf söz dinlemiyor ki.”, diye biraz da mahcup bir tavırla cevap verdi. Mahir’in annesi hayatını sürdürmek, çocuklarına bakabilmek için işe muhtaçtı ve işini daha kolay yapmasına, hayatını sorgulamamasına mani olmak için hizmetçiliği bir nevi içselleştirmişti. İnsanların da bu tavırdan genelde hoşlandığını fark etmişti aslında, her sözü, bakışı, jesti ve mimiğinde karşısındaki kadına patron olduğunu hissettirirdi. Öyle ya, kendine değer atfeden kapı komşusu Feride işinden olmakla kalmamış, tartıştığı kadının diğer arkadaşlarına durumu aksettirmesi neticesinde hiç iş bulamaz olmuş, tası tarağı toplayıp mahalleden taşınmıştı.

“Ah benim elimde olacak ki böylesi”, dedi Fulya “Bak nasıl da muma çeviriyorum.”. Mahir’in annesi söz konusu biricik oğlu olunca hiç olmadığı kadar isyana yakınlaşmıştı ama kendini dizginledi. Bu ilişki her zaman o ve başka bir kadın arasında olmuştu, çocuğuna tepeden bakılması hiç hoşuna gitmemişti. “Sakin bir çocuktur aslında Fulya Hanım, Mahirim. Bir kazadır olmuş, siz kusura bakmayın”, derken dişlerini sıkıyordu. “Bir çocuk son süratle yokuş aşağı elinde bir tel parçası ile koşuyorsa bu kaza değildir. Oyalamayın beni, yetişmem gereken bir randevum var.”, dedi Fulya ve ardından ekledi “Salı günü bendesin unutma, sabahın köründe de gelme ama.” Saçlarını eliyle topladı ve sanki az önceki olaylar olmamışçasına sokakta ilerlemeye devam etti.

Mahir olanlara bir anlam verememişti. Elindeki telden direksiyon bir tarafa savrulmuş, kendisi yerle yeksan olmuştu ama yerde kaldığı kısacık zaman dilimi onun için acı verici olmaktan çok büyülü bir an gibi gelmişti. Karnında kelebekler uçuşuyor ve avuçlarındaki sıyrıklara çok önemli bir muharebenin zaferle sonuçlanmasından sonra, fedakârlığının ne anlam ifade ettiğini bilerek kendisiyle gurur duyan bir gazi edasıyla bakıyordu.  Annesinin o kadınla bir şeyler konuştuğunu biliyor olsa da o an konuşulanların hiç birini hatırlamadığını fark etti. Kadının kızıl saçlarını ve annesine hiç benzemeyen güzel yüzü olduğunu anımsadı. O kızıl saçlara kadın sokağın ucundan kaybolana dek ardından bakarken bir kez daha hayran olacaktı. Annesinin sarsmasıyla kendine geldi, “Oğlum iyi misin, canın çok yanıyor mu?” dedi annesi. Evet diyemedi, hayır da diyemedi. Ne diyeceğini bilemez durumdaydı. Canının yanması ve hatta biraz ilgi budalası olan bir çocuk olsa ağlaması da gerekirdi. Ama Mahir’in hissettikleri bunlar değildi. O andan sonra da bedeni ayağa kalksa da ruhu hep o anda ve o mekânda sıkışmış bir şekilde yerden kalkamayacaktı.

Yorum bırakın