1. Nörobiyolojik Yaklaşım/ Adolf Meyer (1866–1950)
Bu yaklaşım sinir sistemi, iç salgı bezlerinin yapı ve işleyişleri, bireyin beslenme düzeni ve kanın kimyasal yapısının davranışlar üzerinde etkili olduğunu savunmuştur.
Temelde tüm psikolojik olayların beynin ve sinir sisteminin etkinliği sonucu ortaya çıktığını, bu nedenle beyin ve sinir sistemi ile davranışlar arasındaki bağları araştırarak davranışları incelememiz gerektiğiniz savunur. Ayrıca iklimle ilgili etkenlerin bedendeki nöro-kimyasal süreçleri etkileyerek davranışları da etkilediğini savunur.
Yapılan birçok deneyde davranışların biyolojik yapıdan bağımsız olmadığı ortaya koyulmuştur. Mesela; beynin bazı bölümlerine hafif elektrik uyarımları verildiğinde; öfke, zevk, acı gibi duyumların oluşmasına ve hatta geçmişte yaşanmış bazı anıların tekrar hatırlanmasına neden olmuştur.
Adolf Meyer’e göre insan davranışları üzerinde biyolojik yapı kadar psikolojik durumun ve çevrenin de etkisi vardır. Bu nedenle davranışların açıklanmasında; biyolojiden yararlandığı kadar psikoloji ve sosyoloji bilimlerinden de yararlanmıştır.
2. Yapısalcı Yaklaşım:
Zihni yapı bakımından incelemişlerdir. Zihin, yapı bakımından algı, düşünce, irade, bellek gibi çeşitli öğelere ayrılır. Psikolojinin amacı zihnin bu öğelerini ve bu öğeler arasındaki ilişkileri belirlemektir.
Psikolojinin yöntem olarak, içebakış (iç gözlem) metodunun kullanması gerektiğini savunur. Ayrıca deney metodunu da kullanmışlardır. Psikoloji biliminde yapısalcılar zihnin yapısını konu edinirler. Psikolojide yapısalcılar zihni bütün olarak incelemezler ve küçük parçalara ayırarak incelemeyi tercih ederler. Psikolojide yapısalcılık atomcu görüş olarak da bilinir. Gestalt yaklaşımı Psikolojide olan yapısalcılığa birebir zıttır. Ayrıca davranışçı yaklaşımı benimseyenler yapısalcı yaklaşımı nesnel olmamakla itham ederler. Psikoloji biliminde yapısalcı yaklaşımın en önemli temsilcileri W. Wundt ve Titchener’dir.
3. İşlevselci Yaklaşım:
İçebakış yöntemi, bireyin kendisine ne düşündüğünü ne hissettiğini soran, kısaca bireyden kendi sübjektif hallerine dair bir açıklama yapmasını isteyen yöntemdir. Bu yöntem analitik bir yöntemdir. Çünkü bilinci en küçük parçalarına ayırıp bu parçaların nasıl organize olduğunu ve organizasyonu sağlayan kuralları belirlemek ister. Bu yüzden Wundt ve takipçilerine Yapısalcı ve yaklaşımlarına da Yapısalcılık denilmiştir. Yapısalcılık ise, bilinçli tecrübelerimizi oluşturan en temel unsurlardan olan duyum ve algıların incelenmesi şeklinde tanımlanabilir.
Zihnin, bilincin ve davranışların ne işe yaradığı, işlevlerinin ne olduğu üzerinde durmuşlardır.
İşlevselci yaklaşıma göre, zihnin işlevi “çevreye uyumu sağlama”dır. Bu bakımdan zihin öğelerinin (algı, düşünme, irade, bellek gibi) işlevlerini incelemişlerdir. Bu yaklaşıma göre psikolojinin amacı algı, düşünme, duygulanma gibi içsel eylemlerin, hayatta karşılaşılan problemlerin çözümlenmesine nasıl yardım ettiğini açıklamak olmalıdır.
Bu yaklaşımın benimsediği yöntem içebakış ve gözlemdir.
4. Davranışçı Yaklaşım / John Watson (1878–1958)
Yapısalcılığa iki eleştiri:
1.Zihin metafizik bir kavramdır; bilimin konusu olamaz.
2.İç gözlem sübjektif bir yöntemdir, bir bilim olarak psikolojinin yöntemi iç gözlem olamaz.
Bu yaklaşıma göre psikolojinin konusu; organizmanın gözlenebilen ve ölçülebilen davranışları olmalıdır. Bu nedenle içebakış metodunu reddederek, psikolojinin metodunun deney ve dış gözlem olması gerektiğini savunurlar.
Davranışların öğrenme yoluyla kazanıldığını savunurlar. Aynı zamanda insan davranışlarını daha iyi anlamak için, hayvan davranışlarının da incelenmesi gerektiğini savunmuşlardır.
Davranışçı psikologlar, uyarıcıların cinsi, şiddeti ve tekrarı ile davranışların türü ve kuvveti arasındaki ilişkiyi araştırmışlardır. Onlara göre, her davranış daima dışarıdan gelen bir etki sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, bu yaklaşım psikologlarına Uyarıcı-Tepki (U-T) psikologları da denmiştir. Bu yaklaşıma göre psikolojinin amacı, organizmanın nasıl davranacağını önceden tahmin etmek ve bu davranışları kontrol altına almak olmalıdır.
Watson’un Davranışçı Kuramı aşağıdaki gibi sıralanır:
1. Davranışçı Yaklaşım, öğrenmeyi uyarıcı – tepki bağı olarak açıklar.
2. Watson, bu kuramda kalıtımı gözardı ederken çevreyi baş role koyar.
3. Davranışçılığın temelinde John Locke’un “Tabula Rasa” fikri mevcuttur.
4. Öğrenmeyi zor zihinsel süreçler olarak değil tam tersi basit bir uyarıcı-tepki bağı olarak açıklar (Kaçar).
Küçük Albert Deneyi: 1920 yılında yapılan bu deneyle Watson ve asistanı, koşullanma sayesinde korku tepkisinin öğretilebileceğini kanıtlamışlardır
Albert, 8 aylık erkek bir çocuktur. Albert, deney sürecinden önce beyaz fareleri gördüğünde hiçbir korkma tepkisi vermemiştir. Deneyin başlangıcında Albert’e beyaz bir fare gösteriliyor ve bu gösterilme aşamasında bir yandan da demir parmaklara vurularak ses çıkartılıyor. Albert’in fareyi gördüğü an çıkarılan bu şiddetli ses, onda korku tepkisini ortaya çıkarmıştır.
Peter Deneyi: Peter, tavşanlardan korkan küçük bir çocuktur. Bu korkuyu yok etmek amacıyla çocuk, yemek yerken uzak bir mesafede odaya bir tavşan alınmıştır. Tavşan, belirli aralıklarla çocuk yemek yerken, daha da yaklaştırılmıştır. Sonunda Peter, herhangi bir korku tepkisi göstermediği gibi tavşana dokunmaya bile başlamıştır.
Duyarsızlaştırma olarak psikolojide yer bulan bu yöntem ile korku tepkisi söndürülmüştür.
5. Psikanalitik Yaklaşım / Sigmund Freud (1856–1939)
Davranışsal yaklaşıma karşıdır. Freud’a göre bugünkü davranışların nedenlerini anlayabilmek için, bireyin geçmiş yaşantılarını (özellikle çocukluk yaşantılarını) incelemek gerekir.
Freud’a göre insan doğuştan saldırganlık (ölüm) ve cinsiyet (cinsellik) diye iki temel güdüye sahiptir. Bu güdüler toplumca hoş karşılanmadığı için farkında olmadan bilinçaltına itilir. Özellikle çocukluk döneminde bilinçaltına bastırılan bu güdüler kişiliğin oluşmasında etkili olur.
Bu temel güdüler rüyada, hayallerde; rahatsızlık şeklinde kendini gösterir. Psikolojinin psikanaliz yöntemiyle (hipnoz, rüya analizi ve serbest çağrışım yollarıyla) bilinçaltına itilmiş bu şeyleri bilinç düzeyine çıkartılabileceğini savunur. Yöntem olarak vaka (örnek olay) incelemesini de kullanmıştır.
Freud, insan bilincini İd, ego ve süperego olmak üzere üçe ayırır. İd, kişiliğin çekirdeğini oluşturur. İlkel ihtiyaç, dürtü ve güdülerden oluşur ve haz prensibine dayanır. Kişiliğin biyolojik yanıdır. Süperego kişiliğin sosyal (ahlaki) yanıdır. İd’in sınır tanımaz isteklerini ahlaki yönden değerlendirir. Bu yüzden İd ile sürekli çatışır. Ego kişiliğin gerçekçi yönüdür. Ego, id ile süperego arasında denge kurmaya çalışan yönetici gibidir. Bütün gücünü id’den alır. Kişiliğin psikolojik yanını oluşturur. Kişilikte bu üç sistem sürekli etkileşim halindedir. Davranışlar bu etkileşimin ürünü olarak ortaya çıkar.
6. Bilişselci Yaklaşım:
Temsilcisi Jean Piaget (1896–1980) ve Jerome Bruner (1915).
Biliş insanın dünyayı tanıma, anlama ve öğrenmeye yönelik gösterdiği her türlü zihinsel etkinlikleridir. Bilişsel yaklaşıma göre insan, diğer canlılardan farklı olarak dikkat, algı, düşünme, bellek gibi zihinsel süreçlerle etkin bir canlı olarak çevresini anlar ve yorumlar. O halde davranışları biçimlendiren bilişsel süreçlerdir. Bu nedenle, insan davranışlarını anlayabilmek için, dikkat, düşünme, bellek, algı gibi bilincin hallerini incelemek gerekir.
Bilişsel süreçler insanın gelişim aşamalarına göre sırayla ortaya çıkar. Bu yüzden Piaget, belli kavramların özümlenebilmesi için zihinsel gelişmede belli aşamaların tamamlanmış olması gerektiğini savunmuştur. Piaget, zihinsel süreçleri incelerken deneysel metotlardan yararlanır.
Bu yaklaşım, insanı pasif bir varlık olarak değil, uyarıcıları algılayan, işleyen, anlamlandıran aktif bir varlık olarak görür. Bu yaklaşıma göre, insanı diğer canlılardan ayıran en belirgin özellik, onun dıştan gelen uyarıcıları işleyebilme ve anlamlandırabilme yeteneğidir. Bu nedenle psikoloji dışarıdan gözlenemeyen zihinsel süreçlerin türü ve yapısıyla, gözlenebilen davranışların türü ve özellikleri arasındaki ilişkiyi araştırmalıdır.
7. Gestaltçı Yaklaşım/ M. Wertheimer (1880–1943)
Bu yaklaşım diğer yaklaşımları (özellikle yapısalcı yaklaşımı) “parçacı” olmaları nedeniyle eleştirir. Parçacı (öğeci) yaklaşımlar nesnelerin algılanmasını, bunların ayrı ayrı öğelerin algılanması olarak açıklar. Oysa herhangi bir durumun öğeleri birbiri ile ilgilidir ve bunların her biri ancak bütünlük içinde anlam kazanır. Bütün onu oluşturan parçaların toplamından farklıdır.
Davranışlarımız da basit öğelerin birleşiminden oluşur. Davranışlar bütün ve karmaşık olaylardır. Bu yaşantılar ve davranışlar fiziksel, ruhsal ve çevresel gibi birçok faktörün belli biçimlerde veya oranlarda örgütlenmesinden/birleşmesinden oluşan bütünlerdir.
Okuma-yazma öğrenirken harfleri değil de kelimeleri öğrenmesi, bu görüşün eğitime uygulanan örneğidir. Bu yaklaşım özellikle sezgi metodunu kullanır. Ayrıca içebakış, dış gözlem ve deneysel metotlardan da yararlanmaktadırlar.
8. Hümanist Yaklaşım:
Temsilcisi J.P. Sartre (1905–1980), Maslow (1908–1970), C. Rogers (1902–1987), C.Bühler (1893–1974) V. Frankl (1905–1997) ve L. Binswagner (1881–1966).
Gestaltçı ve Varoluşçu felsefe akımının görüşlerinden etkilenmişlerdir. Bu yaklaşım insanı ve insan özgürlüğünü merkeze almıştır. Davranışçı ve Psikodinamik yaklaşımlarına karşıdırlar. Çünkü bu yaklaşımlar insanı pasif olarak görürler ve yani insanın etkiye karşı sadece tepki gösteren bir varlık olduğunu, etkinin olmadığı zaman da tepki gösteremeyeceğini savunurlar.
Oysa Hümanist yaklaşım insanı aktif bir varlık olarak görür. İnsanı gelişme gücünü kendinden alan, kendi kendini var eden varlık olarak tanımlarlar. İnsan eylemlerinde bilinçli ve aktif bir varlıktır. İnsanlar her şeyi kendilerine göre algılarlar ve buna göre davranırlar. İnsanların bu algılamalarında; iç faktörleri, o andaki duyguları, ihtiyaçları, inançları ve geçmiş yaşantıları etkilidir. Bu nedenle davranışları incelemek için “Empati” metodu kullanmalıdır.
Psikolojinin amacı insanı anlamaktır. İnsanı anlamak için insanın iç yaşantılarını incelemek gerekir. Bunun için en etkili yöntem içebakış yöntemidir. Yani bu yaklaşım psikologları, davranışları incelemede içebakış ve empati metotlarını kullanırlar.
9. Sembolik Etkileşimcilik:
Sembolik etkileşimcilik temelde “birey”e vurgu yapar. Belirli bir nesnel durumun bireylerde değişik öznel yorumlara yol açtığına ve bu durumun sosyal hayatta yaygın bir biçimde görüldüğüne dikkati çeken sembolik etkileşimciler, bu gerçeği irdelemeyen yaklaşımların sosyal realitenin uzağına düşmeye mahkum olduğunu iddia ederler. Görüldüğü üzere bu yaklaşım, çıkış noktasından itibaren fonksiyonalist, strüktüralist ve Marksist biçimleriyle çatışmaktadır.
Semboller sosyal etkileşme sürecinde şekillenen konuşmayı, düşünmeyi, anlaşmayı sağlayan araçlardır. Etkileşme sürecinde farklı imajların devreye girmesi, bir varlığın değişik sembollerinin oluşmasına neden olur. Örneğin, domuzu iğrenç bir hayvan olarak gören bir kültür ortamında büyüyen kişi ile domuz etiyle beslenilen bir ortamda büyüyen kişinin zihinlerinde domuzun sembolleri farklı olacaktır.
Sembol farklılaşmasını netleştirmek için vermiş olduğumuz bu örnek, etkileşimcilerin kültürel yapıya vurgu yaptıkları şeklinde düşünülmemelidir. Aksine onlar, eylemin kaynağında “dış” faktörlerin olduğunu ima eden yapı sal fonksiyonalistlerden farklı olarak, eylemlerin kişilerin zihinlerinde yapmış oldukları anlamlandırmanın bir sonucu olduğunu düşünürler ve buna -Blumer’in ifadesiyle- “sembollere dayanarak eylemde bulunma” adını verirler.
10. Çatışmacı Yaklaşım:
Toplumu meydana getiren grup ya da öbekler arasındaki rekabete dayalı çıkar çelişkisini temele alan, çatışmanın toplumsal gelişme için önemli bir işlev yerine getirdiğini dile getiren teori.
Çatışmanın doğası ve işleviyle ilgili ilk teoriler on dokuzuncu yüzyılla yirminci yüzyılın başlarında öne sürülmüştür. Bu alandaki ilk önemli kuram. Marx’ın iki sınıf arasındaki çatışmaya dayanan toplumsal çatışma modelidir. Toplumun bütününü sermaye ve emeğin çıkarlarını temsil eden iki sınıfa bölen Marx’a göre, çatışmanın toplumu dönüştürme gibi bir işlevi vardır. Alman felsefe profesörü George Simmel ise, çatışmanın önemini vurgulamakla birlikte, Marx’ınki gibi ikili bir model benimsememiş ve çatışmanın tüm toplumsal düzenlemeleri ortadan kaldıracağı sonucuna yarmamıştır. Ona göre, çatışmanın durağanlığı, toplumsal istikrar ve dengeyi sağlamak, bireyleri korumak bakımından üstlendiği çok önemli rol ve olumlu işlevler vardır
İşlevselciliğin tam tersi bir yaklaşımdır ve ona karşı geliştirilmiştir. Çatışmacı yaklaşım da Rolf Dahrendorf’un geliştirdiği teorilerin önemli bir yeri vardır. Çoğu zaman marksist yaklaşım olarak da anılır.
Topluma genellikle çatışmacı yaklaşır. İşlevsel yaklaşım, ne kadar bardağın dolu kısmına bakıyorsa çatışmacı da bir o kadar boş kısmına bakmaktadır. Yaklaşımın içerisinde mesleki gruplar, farklı etnik gruplar, cinsiyet grupları ve benzerleri arasındaki çatışmalara dikkat çeken çeşitli teoriler vardır.
Her şeye eleştirel yaklaştığından dolayı eleştirel yaklaşımın gelişmesinde de büyük bir etkisi vardır.
Kaynakça
Schultz, D. P. ve Schultz, S. E. (2007). Yeni Psikoloji. Modern Psikoloji Tarihi (1. Baskı) içinde (131-150). (Y. Aslay, Çev.). İstanbul: Kaknüs Yayınları. (Orijinal çalışma basım tarihi 2002)
Plotnik, R. (2009). Modül 1: Psikolojiyi keşfetmek. Psikoloji ’ye Giriş (1.Basım) içinde (12-14). ( T. Geniş, Çev.).İstanbul: Kaknüs Yayınları.
Kaçar, B. Watson ve Davranışçılık
