Düşün başlamasına sayılı dakikalar kalmıştı. O, palmiye ağaçlarıyla dolu alanı çevreleyen kapıların ardından gelirken bir çiçek bahçesinin varlığı ve çiçeklerin altında siyah kafeslerinde olmasına rağmen halinden memnun görünen bir çift beyaz güvercinin varlığı da belirginleşti. Arabada onu bekleyen kâhin bunca zamandır zihin dünyasında konuk ettiği kişi ile zaman geçireceğini düşündükçe heyecanı artıyordu. Kâhin olması nedeniyle bunun tam da böyle gerçekleşeceğini biliyordu bilmesine ancak yazılmış bir kaderde payına düşeni yaşamaktan kaçamıyordu.
O arabaya bindi ve her şey o kadar hızlanmıştı ki neredeyse zaman durdu. Daha sonra hatırlamayacağına emin olduğu ama sessizliği bozması için gerekli olduğunu düşündüğü birkaç cümle kurdu. Araba varış noktasına doğru yol alırken, o duraksadı ve duygusuz gülümsemesiyle hareketlenen dudaklarından “Cehenneme gitmeyi düşünmüyorsunuz ya?” ,diye sordu. Cehenneme, cennete veya milyarlarca yılda insanların zihninde oluşan herhangi bir yer şeklinin yakınına ya da yerleşim alanına gitmek ne fark eder ki diye içinden geçirdi kâhin, zira düşler ülkesinde istediğin anda istediğin yerde olabilirdin. Ama tabii nasıl bir ruh hali içinde oluğunun bilinmesini istemediğinden mi yoksa içinden geçeni söyleyecek cesareti toplayamadığından mı bilinmez, “Hayır”, dedi sadece, “şu an en son olmak isteyeceğim yer orası.”. “En son olmak isteyeceğim yerden ziyade cehenneme en uzak yerdeyim zaten. “, diyemedi. Kâhin, o burada kısa zamandır yaşadığını söylerken de ve artık yakınında olmayan arkadaşlarıyla gittikleri yerleri anlatırken de söylediklerini duyuyor ama beyninde çalan ama kimsenin duymadığı rahatlatıcı müziğin sesi daha baskın çıkıyordu. O konuşurken yola bakmak ve ona bakmak arasında kararsızdı. Onun zihninde mantık tüm savaşları kazanırdı ama kâhin yaptığı işin aksine içten içe hep hayalin, mantıksız ve saçma olanın kazanmasını isteyen bir mantık haini, romans işbirlikçisiydi.

Kısa bir süre sonra konağa varmışlardı. Kapıda karşılayan kişi bahçenin dolu olduğunu ancak içeriye kendilerini alabileceğini söyledi. “Olur”, diyebildi kâhin. Etrafta kendisini tanıyan birileri olup olmadığını anlamak için gözüyle hızlıca süzdü etrafı. Etraftaki onca kalabalık hazır bir mizansendeki figüran olmaları dışında hiçbir anlam ifade etmedi. Masalar, sandalyeler, dekoratif objeler ve ah işte insanlar denilen işe yaramaz kalabalık. Yalnızlık ve özellikle kalabalıklar içinde yalnızlık tarih boyunca yerilmiş, öteye atılmış ve istenmemişti. Kâhin ise bir düğün edasıyla karşılıyordu bu durumu, geri kalanında kimin oluğunu bilmediği bir düğünün de içinde yer alacağı bir düşte olmasının ne kadar hoş bir tesadüf olduğunu daha sonra anlayacaktı.
Bir masaya oturdular ve hizmetli o anda alabilecekleri içeceklerin listesi olan birer kitapçık bıraktı masaya ve çekildi. “İçeceğim şey burada var mı?” diye bakıyorum dedi sanki kâhin ondan bir açıklama beklermiş gibi. Sonunda sıcak bir içecek söyledi, kâhin ise aynısını ama soğuk olanından istedi. “O, merhametsizliği ve bundan haz aldığı belli olan tavrıyla soğuk olanı bile yakar ve buharlaştırır zaten, neden sıcak diye belirtti ki ”, diye düşündü kâhin ancak sarkastik biçimde herkesin kendine uygun şekilde içeceğini istediğini söylemekle yetindi. Fazlası düşünülemezdi, onun gazabından korkan her faninin eğer ki aklı başındaysa yapabileceği azami şey bu olmalıydı.
“Anlatın, bakalım kâhin”, dedi, “Diğer kâhinleri anlatın bakalım, merakımı giderin”. Bu konu hakkında konuşacağını önceden belirtse de ilk bu konunun açılacağını hiç düşünmemişti. Hayır demek yerine tüm kâhinlerden bahseder gibi yaptı ama anlaşıldı mı bilinmez, en çok kendini anlattı. Kendinde olanı olmayanı birileri üzerinde konuşuyormuş gibi yaparak anlatmaya çalıştı. Kâhin başarılı olmasa da anlatımda, o bunu anlamış olacak ki konuyu kendisine getirmesine izin verdi. “Herkese akıl hocalığı yapmaya çalışırken, kendi yaptığın yanlışları, aldığın hatalı kararları nereye koyacağız?” mealinde bir soru sorarak yaptı bunu. Kâhin, yapılan tüm eylemlerin iyi niyet ve geleceğe ve iyiye duyulan umut gibi iki gerekçe ile yapıldığını anlatmaya başladı. Bu dakikalarda onun kâhini dinlemediği açıktı, en azından alaycı bakışlarıyla aralarına koyduğu külaha kâhinin daha çok şey anlattığı da denilebilir buna.
Külâh ortadan kalktığında haliyle sözün de ona geçtiği anlaşılıyordu. Kendi hayatında olmasını istediği kişinin ölçütlerini anlatmaya başladı, lanet olası mantığın rolünden bahsediyordu ama tüm bu düşün çok mantıksız olduğu gerçeğini değiştirmeyecekti bu. “Çabalamak nafile ve tam da bu nedenden oldukça değersiz, değil mi?” diye sordu. “Herhangi bir çabanın kıymetini tamamen ben belirlerim” diye devam etti. Olabildiğince sübjektifti ama tüm dünyanın kendi etrafında döndüğünü bildiği için de bir o kadar özgüven sahibiydi. Bunu tüm cümlelerinde, jestlerinde ve mimiklerinde hissedebiliyordu kâhin. Beden dili tüm insanlardan farklı gibiydi, yaklaşık beş milyar yıllık evrimin insan türünde geliştirdiği ortak belleği umursamadan kendi beden diliyle konuşuyordu. Buraya kadar okumaya devam edenlerin kolaylıkla anladığı gibi bunu bu dünyada ondan başka biri yapamazdı kâhine göre. “Taşımak”, dedi “beni kolay değil ve ben beni taşıyabilecek biriyle beraber olmak istiyorum.” Bahsettiği bir insandan çok bir araçtı sanki ve kâhin onun bu cümlesini korkutucu bulmuştu. Öte yandan belki de Nietzsche’nin “Übermensch”[1]i tam da karşısında oturuyordu. Korku çoğunlukla hayranlığı doğurur fakat bu kez durum tam olarak bu şekilde cereyan etmiyordu kâhin için. Şu an olan zaten mevcut hayranlığın daha da büyümesi hali idi.

Söz nedime[2]lerinden açıldı bir süre için. Aslında teslisi tamamlıyordu sayıları ama Kubala yapmaması gereken bir eylemde bulununca ki aslında başına gelecekleri tahmin etmeliydi- nedimelikten atılmıştı. Aura ve Seraphim’in zihinsel ve karakteristik gelişimlerinde de katkısı olduğunu anlattı ya da kâhin böyle anladı. Hoş, kendisini de katınca yine teslisi tamamlamak mümkündü. Peki, bu kutsal bir teslis miydi, bu oldukça tartışmalı bir durumdu.
Kâhin kendisini anlatmayı bırakmış her cümleyi büyülenmiş gibi dinlemekteydi. İş yaşamında kendisine olan akınlara nasıl göğüs gerdiği, kıymeti kendinden menkul bir yarı Amerikalının ona ilgi çekici gelen teklifi aslında çok ilgi çekici konular değildi ama konu o anda çok da önemli değildi kâhin için. Tek taraflı gibi görünen bir Whatsapp konuşması, V dizisinin ilk bölümünün önerilmiş olması gibi detaylar bir süre akılında kalacaktı bu kıssadan.
Oldukça zorlanarak “kalkalım mı?” diye sordu kâhin. Külkedisi masalının araba kabağa dönüşmeden tamamlanması gerekiyordu. Tabii külkedisi bu kez bir kadın değildi, kendisini kıskanan kız kardeşleri yoktu ve hatta hiçbir detay benzeşmiyordu. Ama o anki haliyle bu gece bir külkedisinden başka bir şey değildi. Merdivenden inerken kâhin önden o ise arkadan iniyordu, kâhinin o merdivenden her inişi ve çıkışında aklına bir kez daha bir kez daha gelecek bu sekans birkaç saniye sürmüştü sadece. Bitti diye düşünüyordu kâhin insanlarla dolu bahçeden dışarıya açılan yolu geçerken.
Dışarıya çıktıklarında o bir anda sahile yöneldi. Arabaların geçtiği yol ve kumsal arasında kalan yürüyüş yoluna çıkış hafif engebeli ve gelişigüzel taşların olduğu bir zemindi. Kâhin ayağı takılırsa yardımcı olmak için dikkatlice yürüyüş yoluna çıktığı her adımı izlemişti. “Deniz havası almak istiyorum”, dedi bir açıklama yapma ihtiyacı hissetmiş gibi. Deniz de görünüşe göre daha önce olmadığı kadar havalıydı, kâhin ufka doğru baktığında beklenmedik bir parlaklık gördü. O parlaklıktan çıkan ışık huzmesi yürüdükleri yolu aydınlatıyordu. Royal Albert Hall ya da Wiener Konzerthaus’da sahnelenen bir müzikalin başrol oyuncusu gibi hissediyordu kâhin. Hatta o esnada arkadan gelen bir müzik sesi duyuluyor ve gittikçe ses artıyordu. Ancak yanlış olan bir şeyler vardı bu sahnede, adı anılan yerlerdeki bir müzikalin parçası olmayacak kadar oryantal bir müzikti. Gerçek, kâhin yüzünü ve algı mekanizmasını sesin geldiği yere yönelttiğinde ortaya çıkmıştı. Bir yerel düğün düzenleniyordu ve insanların bu müzik eşliğinde eğlenmesi bekleniyordu. Bu durum sohbetin, kâhinin kendisinden beklenmeyecek bir düğün deneyimi yaşamış olmasına kadar uzanmıştı. Bu kâhine toplumun normlarından kaçmak istese de zaman içinde o normların nasıl kendisini pranga altına aldığını hatırlattığı için canını sıkmıştı. Özgür olmasa da kendini kandırmak, özgür hissetmek istiyordu. Herhangi bir şeyin değeri ancak yokluğunda anlaşılabilirdi ve kâhin özgürlüğün değerini bilecek kadar ondan uzak kalmıştı.
Bir noktadan sonra “Neredeyse evime gelecek kadar yürüdük.”, dedi. Bu, artık dönelim demekti kibarca ve kâhin bunu anlayabilecek akla sahip olduğunu düşünüyordu. Dönüş, gidişten çok daha kısa sürmüştü kat edilen mesafe aynı olmasına rağmen. Başladıkları yere geri döndüklerinde belki fizik açısından iş yapmamışlardı zira birbirlerini nötrleyen vektörler çizmişlerdi fakat bu yürüyüş kâhinin iç dünyasında çok işe yaramıştı. “Hangi araç?”, dedi “Hiç dikkat etmedim nasıl bir araç olduğuna”, dedi. Bu tefsire ihtiyaç duyan bir cümleydi ama kâhin bundan kaçınmanın daha doğru olacağını düşündü. Kâhine istisnalar tanınan ve bu istisnaların hiçbiri olmasa da kâhin için olduğu haliyle de oldukça istisnai olan bir geceydi. Kirazı hiç bu gece olduğu kadar seveceği aklının ucundan geçmemişti mesela.
Arabaya bindiler, atların kişnemesi ile birlikte edilen hareketin ilk durağı palmiyelerin arasında kalan evlerdi. Sonrasında düş sona ermişti, evrenin ne olduğuna dair dışarıdan bakarak bir şeyler söylemek dışına çıkıp gözlemlemek mümkün olmadığı için imkân dâhilinde değilse bu noktadan sonra düş için de aynısı geçerliydi.
[1] Übermensch, Friedrich Nietzsche’nin felsefesindeki bir kavramdır. 1883 tarihli Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı kitabında Nietzsche, Zerdüşt karakterine Übermensch’i insanlığın kendisi için koyması gereken bir hedef olarak koyar. Übermensch, diğer dünyaya ait Hıristiyan değerlerinden bir değişimi temsil eder ve temellendirilmiş insan idealini gösterir.
[2] Nedime, soylu bir kadına eşlik ve arkadaşlık etmekle yükümlü yardımcı kadın. Çoğunlukla eğitimli, yüksek tabakadan kadınlar arasından seçilir.
